BERCESTE VE İZAHI – 91 –
BERCESTE VE İZAHI – 91 –
Beyt-i Şerif 1: Figânî
Orijinal Metin İktibası:
Cihâna aşk ile geldim ne mâlım ne menâlim var
Kanâ’at gencine kânî olalı hoşça hâlim var
Beytin İzahı:
Bu beyt, şair Figânî’ye aittir ve onun dünyaya bakış açısını aşk, kanaat ve maddiyatla olan münasebeti üzerinden izah eder. Şair, dünyaya aşk ile geldiğini, dolayısıyla ne bir malının ne de bir servetinin olduğunu ifade eder. Onun asıl zenginliği, kanaat hazinesidir. Kanaat hazinesine sahip olduğu için de daima huzurlu ve hoş bir hale maliktir. Bu beyitte, asıl hayat sermayesinin mal ve mülk değil, gönül zenginliği ve kanaat olduğu fikri işlenmiştir.
Makale: Kanaat Hazinesi ve Gönül Zenginliği
Cihanın girdabında bir hayat yolculuğuna çıkan insanoğlu, çoğu zaman dünya metaının peşinde koşar, mal yığmaya, servet biriktirmeye çalışır. Lakin Fânî olan bu cihanın, fânî olan malı ne kadar tatmin eder ki? Figânî’nin asırlar öncesinden yankılanan bu nağmesi, bizlere bu fani hakikati hatırlatır: “Cihâna aşk ile geldim ne mâlım ne menâlim var / Kanâ’at gencine kânî olalı hoşça hâlim var.” Bu iki mısra, aslında bir hayat düşüncesinin özeti ve bir hakikat manifestosudur.
Şair, cihana geliş gayesini “aşk” olarak beyan eder. Bu aşk, ilâhî bir aşktır; yaradılış gayesine olan sevgi ve muhabbettir. Bu derin aşk ile yola çıkan bir gönül, dünyanın gelip geçici ziynetine iltifat etmez. Ona göre ne malın bir kıymeti vardır ne de o maldan hâsıl olacak servetin. Zira aşkın kendisi, en büyük zenginliktir. Aşk ehli olan bir dervişin gönlü, zaten başka bir şeye meyletmeyecek kadar doludur. Bu durum, tarihi bir perspektiften bakıldığında, mutasavvıfların ve zühd ehlinin dünya malına karşı takındığı tavrı ihtiva eder. Onlar, en büyük zenginliğin mal mülk değil, nefsin doymayan hırsından âzâde olmakta yattığını idrak etmişlerdir.
İnsan hayatının en çetrefilli meselelerinden biri olan kanaat, bu beytin ikinci mısraında bir “genç”, yani bir hazine olarak nitelendirilir. Kanaat, nefsin isteklerini kontrol altına alabilme ve elinde olana rıza gösterme erdemidir. Bu erdem, insana gerçek bir huzur ve iç bir sükûn bahşeder. Figânî, kanaat hazinesine sahip olduğu için hoş bir hâle malik olduğunu söylerken, aslında modern dünyanın karmaşasında kaybolan insanın aradığı huzurun yegâne anahtarını da işaret eder. Günümüzde “daha fazla, daha iyi” düşüncesiyle yoğrulan bir muhtevada, kanaatin kıymeti daha da artmıştır. Kanaat, bir yoksulluk değil, aksine bir varlık ve doygunluk hâlidir. İbret alınması gereken nokta şudur: Varlık, elde edilenlerin çokluğuyla değil, gönüldeki doygunlukla ölçülür.
Makale Özeti:
Figânî’nin beyti, dünya malına karşı kayıtsız kalıp, gönül zenginliğini ve kanaati esas alan bir hayat düşüncesini anlatmaktadır. Şair, dünyaya aşkla geldiği için mal ve servete ehemmiyet vermez. Asıl zenginliği, kanaat hazinesinde bulur. Bu düşünce, maddi hırslardan uzak, manevi huzura erişmiş bir insanın portresini çizer ve modern dünyanın aşırı tüketim ve hırs kültürüne karşı bir hikmet dersi verir. Hakiki huzur, dış varlıklarda değil, iç kanaatte mevcuttur.
Beyt-i Şerif 2: Şeyhülislâm Yahyâ
Orijinal Metin İktibası:
Ders-i aşkın müşkülün Yahyâ nice hal eylesin
Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez
Beytin İzahı:
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye ait olan bu beyit, aşkın izah edilmesinin zorluğunu ve bu husustaki çelişkili durumu ihtiva eder. Beyitte, şair kendi adı olan Yahyâ’ya seslenerek, aşk dersinin zorluğunu nasıl halledebileceğini sorar. Bu zorluğun cevabı ise ikinci mısrada verilmiştir: Aşk hakkında konuşanlar, yani onu izah etmeye çalışanlar, aslında onun hakikatini bilmezler. Aşkın hakikatini idrak edenler ise, o hakikati ifade etmenin imkânsızlığını bilip susmayı tercih ederler.
Makale: Aşkın Sırrı ve Sükûtun Hikmeti
Aşk, lügatlerde tarifleri yapılan, şiirlere, romanlara, destanlara muhteva teşkil eden, lâkin hakikatine vâsıl olmakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı derin bir muamma ve sırdır. Şeyhülislâm Yahyâ’nın hikmet dolu beyti, bu sırrın ehemmiyetini ve izahının imkânsızlığını şöyle ifade eder: “Ders-i aşkın müşkülün Yahyâ nice hal eylesin / Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez.” Bu beytin muhtevası, tasavvufi ve mistik geleneğin en temel meselelerinden birine işaret eder: Marifetullah’ın (Allah’ı bilmek) kelimelerle ifade edilemeyişi.
Aşk, bir ders olarak addedildiğinde, onun zorlu bir imtihan ve meşakkatli bir yol olduğu anlaşılır. Bu yolculukta tecrübesiz olanlar, yani aşkın zahirinde kalanlar, onun hakkında kolayca konuşurlar, hatta onu basite indirebilirler. Lakin bu konuşmalar, aşkın hakiki derinliğinden mahrumdur. Tıpkı bir okyanusu, kıyısında durup izah etmeye çalışan bir seyyah gibi, bu kimseler de aşkın ne olduğunu sadece duyumlarıyla anlatmaya çalışırlar. Onlar kendilerini bilmez, yani aşkın kendi içlerinde nasıl bir dönüşüm yarattığını, nasıl bir hakikate erdirdiğini idrak edemezler. Bu durum, tarihi süreçte, tasavvuf yoluna intisap etmeyenlerin, dervişlerin ve âriflerin hallerini ve makamlarını anlamakta çektiği zorluklarla da benzeşir.
Beytin ikinci mısraı, bu hikmetin kilit noktasıdır: “Bilenler söylemez.” Aşkın hakikatini tadan, o denizin derinliklerine dalanlar, artık kelimelerin kifayetsiz olduğunu, o derin hissin ve idrakin dille izah edilemeyeceğini anlamışlardır. Onlar sükût etmeyi, susmayı tercih ederler. Zira bir hakikati tam manasıyla anlatamamak, o hakikate zûlmetmek anlamına gelebilir. Mevlânâ’nın, “Ben susarım, gönlüm söyler” demesi bu sırrı ihtiva eder. Aşkın hakikati, kelimelerle değil, hâl ile, davranışla, sükûn ile izah edilir. Bu, aynı zamanda peygamberlerin ve velîlerin, ilâhî hakikatleri idrak etme mertebesine eriştiğinde yaşadığı bir haller bütünüdür. İbret alınacak husus şudur ki, bazen en anlamlı cevap, kelimelerin bittiği yerde başlar.
Makale Özeti:
Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyti, aşkın hakikatini idrak etmenin zorluğunu ve onu ifade etmenin imkânsızlığını ele alır. Aşk hakkında konuşanların, onun gerçek muhtevasını idrak edemedikleri; hakiki âşıkların ise, o derin hâli kelimelerle anlatamayacakları için susmayı tercih ettikleri belirtilir. Bu durum, ilimle hâl arasındaki farkı vurgular. Gerçek bilgi ve idrak, kelimelerin ötesindedir.
Beyt-i Şerif 3: Fuzûlî
Orijinal Metin İktibası:
Cîfe-i dünyâ değil herkes gibi matlûbumuz
Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâ’at bekleriz
Beytin İzahı:
Fuzûlî’nin bu derinlikli beyti, şairin ve onun gibi düşünenlerin dünyaya ve maddiyata bakışını izah eder. “Cîfe-i dünyâ”, yani “dünyanın leşi”, şairin dünya malına atfettiği hakir sıfattır. Şair, herkes gibi bu leşe, yani dünyaya rağbet etmediğini beyan eder. Onlar, sıradan insanlar gibi değildir. Onlar, “ankâ” kuşuna benzerler. Anka kuşu, efsanelerde Kaf Dağı’nda yaşayan ve kimsenin erişemediği bir kuştur. Fuzûlî, kendilerini Kaf Dağı’nda yaşayan anka kuşlarına benzetir ve onların, yani ankaların, kanaat Kaf Dağı’nda beklediklerini ifade eder.
Makale: Anka Kuşları ve Kanaatin Kaf Dağı
Edebiyat tarihinde manevi derinliği ve felsefi muhtevasıyla mümtaz bir mevkiye sahip olan Fuzûlî, dünya nimetlerine karşı duruşunu bu beytinde keskin bir dille ortaya koyar: “Cîfe-i dünyâ değil herkes gibi matlûbumuz / Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâ’at bekleriz.” Bu ifade, sadece bir şairin şahsi görüşü değil, aynı zamanda tasavvufun ve zühd ehlinin dünyaya dair ortak tavrını ihtiva eder. Dünya, ne kadar çekici görünse de, Fuzûlî’nin lisanında bir “cîfe”dir; değersiz ve iğrenç bir nesne.
İnsanlık tarihi, dünya malının peşinde koşanların, daha fazlasına sahip olmak için can atanların hikâyeleriyle doludur. Fuzûlî, bu durumu “herkes gibi” diyerek geneller ve kendisini bu akımın dışında tutar. O ve onun gibi düşünenler, dünyanın geçici zevklerine, makamlarına ve servetine tenezzül etmezler. Zira onların matlubu, yani aradığı şey, fani ve değersiz olan bu cihan değildir. Bu yaklaşım, tarihi bir perspektiften bakıldığında, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’in saltanatı döneminde dahi dünya malına iltifat etmeyişi gibi pek çok ibretli vakayı akla getirir.
Beytin ikinci mısraı, bu felsefenin zirvesidir. Şair, kendini ve yol arkadaşlarını, efsanevi bir kuş olan “ankâ”ya benzetir. Anka, Kaf Dağı’nda yaşar ve avı “cîfe”, yani leş değildir. O, yükseklerde uçar ve kimse ona ulaşamaz. Fuzûlî, kendini bu mübarek kuşa benzetirken, dünyaya ve onun leşine tenezzül etmediğini, aksine manevi bir zirveye, “Kanaat Dağı”na yöneldiğini izah eder. Kanaat, bir önceki beytin de işaret ettiği gibi, bir hazinedir. Fuzûlî’nin beyanında ise bu hazine, bizzat Anka kuşunun yaşadığı Kaf Dağı’dır. Anka’nın avı olmaması gibi, kanaat ehli de dünya malına ve lezzetlerine avlanmaz.
Bu beyt, bizlere düşündürücü bir soru yöneltir: Bizler, dünya “cîfesine” rağbet eden sıradan kalabalıklar mıyız, yoksa Fuzûlî gibi, yükseklerde uçan ve Kanaat Kaf Dağı’nda bekleyen Anka’lar mıyız? Bu edebi mukayese, hayatımıza dair bir muhasebe yapmamıza vesile olur.
Makale Özeti:
Fuzûlî, beytinde dünya malını “leş” olarak nitelendirir ve kendisini, leşe tenezzül etmeyen efsanevi Anka kuşuna benzetir. Şair, herkesin peşinden koştuğu dünyevi arzulardan uzak durarak, manevi bir erdem olan “kanaat”ı kendisine sığınak edinir. Bu duruş, hem maneviyatın maddi hırslardan üstün olduğunu hem de gerçek huzurun, dış varlıklardan ziyade iç bir doygunlukta bulunduğunu gösteren bir ibret vesikasıdır.
Beyt-i Şerif 4: Mevlânâ
Orijinal Metin İktibası:
Yâ Rab, to merâ be-nefs-i tennâz medeh
Bâ-her çi coz-ez-tost, merâ sâz medeh
Men der-to hemî-gorîzem ez-fitne-yi hîş
Men ân-ı toem, merâ be-men bâz medeh
Beytin İzahı:
Mevlânâ’ya ait bu Farsça beyit, bir duayı ve ilâhî bir yakarışı ihtiva eder. İlk mısra, “Ya Rab, beni o alaycı nefsimin eline bırakma” şeklinde tercüme edilebilir. İkinci mısrada ise “Senden başkasına ulaşmak zorunda bırakma” şeklinde bir niyazda bulunur. Üçüncü mısra, “Ben kendi fitnemden Sana sığınıyorum” manasına gelir. Dördüncü ve son mısra ise bu duanın özüdür: “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma.”
Makale: Nefsin Fitnesi ve İlâhî Hâle Sığınma
İnsan hayatının en büyük imtihanlarından biri, daima kendi nefsidir. Nefis, kişinin iç dünyasındaki en büyük düşmanıdır ve onu daima alaycı, heveskâr bir hâle sürükler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu hakikati kendi duasıyla dile getirir ve Cenab-ı Hakk’a yönelerek şöyle niyaz eder: “Yâ Rab, to merâ be-nefs-i tennâz medeh…”. Bu yakarış, sadece bir şairin şahsi ifadesi değil, aynı zamanda bütün mutasavvıfların ve manevi yolcuların ortak hissiyatını ihtiva eder.
İnsan, çoğu zaman kendi nefsine boyun eğer, onun fısıltılarına kulak verir ve bu sebeple hüsrana uğrar. Mevlânâ, “Ben kendi fitnemden Sana sığınıyorum” derken, aslında insanın en büyük fitnesinin dış dünyadan değil, bizzat kendi iç âleminden geldiğini idrak ettiğini beyan eder. Bu durum, tarihi ve tasavvufi kaynaklarda “nefisle cihad” olarak ifade edilen zorlu bir süreci işaret eder. Bu cihad, kılıçla değil, nefsi terbiye etmek, arzularına gem vurmak ve kalbi ilahi hakikatlere açmakla gerçekleştirilir.
Duanın en düşündürücü ve ibretli kısmı, son mısraıdır: “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma.” Bu cümle, kulun, kendi varlığının ve iradesinin dahi tek başına bir anlamı olmadığını idrak etmesini gösterir. “Ben Seninim” derken, Mevlânâ, kul olmanın ve varoluşun hakiki manasını ortaya koyar. İnsan, kendi kendine bırakıldığında, nefsine ve heveslerine mahkûm olur, bu da onu ilahi yoldan uzaklaştırır. “Beni tekrar bana bırakma” niyazı, kulun, Allah’a olan tam teslimiyetinin ve O’nun iradesine sığınmasının en güçlü ifadesidir. Bu, aynı zamanda, insanın kendi iradesiyle dahi ilâhî iradeden ayrılmak istemeyişinin bir göstergesidir.
Makale Özeti:
Mevlânâ’nın duası, insanın en büyük düşmanı olan nefsinden ve kendi fitnesinden Allah’a sığınmasını ele alır. Şair, kendi nefsine boyun eğmektense, daima ilahi iradeye sığınmayı diler. Makalenin ana fikri, kulun Allah’a olan tam teslimiyetidir. Mevlânâ, “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma” diyerek, insanın kendi varlığının bile Allah’a ait olduğunu ve bu varlığın dahi kendi başına bırakılmaması gerektiğini vurgular. Bu, ibretli bir teslimiyet ve samimiyet dersidir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025